Elif sabah aynaya baktı. Aynadaki yüz, bir zamanlar ışıkla dolu bir kadının yorgun yansımasıydı. Dudaklarından sessiz sözler döküldü:
“Bugün de güçlü olmalıyım.”
Oysa belki de o sözler şöyle olmalıydı:
“Bugün kalbimle kendim gibi yaşayabilmeliyim.”
Kadın yüzyıllardır güçlü olmayı öğreniyor. Güçlü durmayı, ağlamamayı, pes etmemeyi…
Ama güçlü olmayı öğrenirken, kadın gibi yaşamayı unuttu.
Toplum ona “dik dur” dedi, oysa yaratılış “ak” diyordu — su gibi ol.
Su ne eksik ne fazla… sadece akar.
Ama biz kadına su gibi olduğunu unutturduk.
Mevlânâ der ki:
-“Kadın, yaratılışın nurudur; aşkın ta kendisidir.”
Kadın, varlığın kalbinde yer alır. Çünkü Allah rahmetini Rahîm ismiyle anlatır — rahimle, yani kadının varlık kapısıyla.
Ne tuhaf ki, bu rahmet kapısının sahibi kendine en az merhamet eden olmuş.
Kendine dinlenme izni vermeyen, ağlamaktan utanıp gülmeyi bile görev bilen kadınlar…
Oysa gönül, ancak durduğunda duyar Hak’kı.
Bir seminerde yaşlı bir kadın şöyle demişti:
> “Bizim kuşağımız savaşta erkeklerle yan yana durdu, şimdiler de sizler savaşsızken bile savaşmaya mecbur bırakıldınız.”
Ne acı bir hakikat.
Artık kimse bizden kahramanlık beklemiyor ama biz hâlâ zırhlarımızı kuşanıyoruz.
Gülüşlerimizin ardında korkular, zarafetimizin içinde direniş var.
Çünkü öğrendik ki yumuşaklık zayıflıktır, teslimiyet kayıptır.
Ama hakikat bunun tam tersidir.
Teslimiyet, kaybetmek değil; Yaradan’a , Öz'üne dönmektir.
Ve kadın, en çok teslim olduğunda güzelleşir.
Kadın, kalbini susturduğunda bedeni konuşur.
Yorgunlukla, ağrılarla, suskunlukla… Çünkü ruh dile gelmediğinde bedende yankılanır.
Ne çok kadın yorgun aslında; güçlü olduğu için değil, hep güçlü görünmek zorunda kaldığı için.
Kendini unuturken, sesi de soluğu da kısılır.
Oysa kalbiyle var olan kadın, bir toplumu iyileştirme kudretine sahiptir.
Kadının doğasında döngü vardır; mevsimler gibi.
Bir ay doğar, bir ay solar.
Ama biz ondan hep “güneş gibi” olmasını istedik; hiç batmayan, hiç durmayan…
İşte orada kırıldı kadınlık.
Çünkü ay olmayı bırakan kadın, kendi karanlığını da kaybetti.
Ve karanlığını kaybeden kadın, iç ışığını da bulamaz oldu.
Kadının en kutsal alanı, kendi iç sessizliğidir.
Orada dua eder, orada şifa bulur, orada yeniden doğar.
Ama çağımızın kadını, kendi sessizliğini bile unuttu.
Sabah kalkar kalkmaz telefonuna sarılır, birileriyle yarışır, yetişmeye çalışır.
Modern dünyanın temposunda, kalbin ritmi geride kalır.
Ve sonra bir gün, aynada kendine yabancılaşır:
“Ben kimdim?” diye sorar,
“Ne zaman bu kadar yoruldum?”
Belki de cevabı basit: Kadın, yaratılışının zarafetini, yaşamın sert duvarlarına çarptırdı.
Oysa onun en büyük gücü, kalbinin yumuşaklığıydı.
Toplumun “erkek gibi kadın” övgüsü, aslında kadının en derin yaralarından biridir.
Kadın erkekleştiğinde toplum bir yönünü kaybeder; şefkat, sezgi, sabır eksilir.
Elif o sabah aynadan çekildi.
Pencereden içeri süzülen ışığa baktı.
Derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı:
“Bugün savaşmayacağım,” dedi, “bugün seveceğim.”
Ve ilk kez gözlerinin kenarındaki çizgiler yumuşadı.
Belki de bütün mesele buydu:
Kadının yeniden kendine annelik etmesi.
Kendine şefkatle sarıldığında, dünya biraz daha dişil bir nefes alacaktı.
Çünkü eril güç dünyayı inşa etti,
ama dişil güç… onu iyileştirecek.
Yazarın Gönlünden;
“Kadın güçlü olduğunda dünya ayakta kalır, ama kadın kendisi olduğunda dünya iyileşir.”
Sinem BOYAN İletişim Eğitmeni/ Program Yapımcısı/ Sunucu/ Yazar
Yorumlar
Kalan Karakter: