Hayatın en ince çizgilerinden biri, elimizde sandığımız iplerin aslında kime ait olduğunu fark etmektir. Birçoğumuz sabah gözümüzü açtığımız andan itibaren görünmez bir savaşın içine düşeriz: kontrol etme isteğiyle, kontrol edilme korkusu arasındaki mücadele.
İnsanın beyni, belirsizliği tehdit gibi algılar. Prefrontal korteks sürekli plan yapar, geleceği hesaplar. Limbik sistem ise tehlikeleri sezerek “ya başıma kötü bir şey gelirse” kaygısını körükler. Bu yüzden kontrol etmek, aslında beynin kendini güvende hissetme çabasıdır. Fakat her şeyin kontrol altına alınması imkânsızdır. Bu imkânsızlık, daha çok kaygıya, daha fazla gerilime yol açar.
Bir ilişkide, iş ortamında ya da günlük hayatın sıradan anlarında… Kontrol etmeye çalıştıkça ipler elimizden kayar, çünkü evrenin doğası akış üzerine kuruludur, tahakküm üzerine değill.
Mevlana’nın hikâyeleri tam da bu noktada bize ayna tutar. Bir kıssasında bir derviş, devesini çölde serbest bırakır. Başını göğe kaldırıp “Ben Allah’a tevekkül ettim” der. Sabah uyandığında devesi yoktur. Ona denir ki: “Tevekkül etmen güzeldi, ama devenin ipini bağlaman gerekirdi.”
İşte insanın kontrol çabası, deveyi bağlamak gibidir; tedbirdir. Ama sonuca tutunmak, “deve mutlaka burada kalmalı” demek, insanı esir eder. Çünkü ipi sımsıkı tutmaya çalışırken, asıl unuttuğumuz şey kalbin teslimiyetidir.
Kontrol mü, teslimiyet mi?
Beynimiz kontrol peşinde koşar; ruhumuz ise teslimiyeti arar. Bu ikisini dengeleyebildiğimiz ölçüde huzur buluruz. İnsan bazen ipleri elinde tuttuğunu sanır, ama aslında kendi korkularının kuklasıdır. Gerçek özgürlük, kontrolü kaybetmekten korkmamakla başlar.
Ve sonunda şu soruyla baş başa kalırız: Gerçekten biz mi ipleri tutuyoruz, yoksa ipler çoktan bizi mi tutmuş?
Cevap, kalbimizin yöneldiği yerde gizli. Belki de en güzel veda cümlesi şudur:
“İplerden değil, kalpten bağlan; çünkü kalpten bağlanan, asla esir olmaz.
Sinem BOYAN
İletişim Eğitmeni/ Program Yapımcısı/ Sunucu/ Yazar
Yorumlar
Kalan Karakter: