Bahçenin geri kalanından ayrılmış küçük bir bölümünde, acemi –hatta cahil- ellerimle çalışıyorum.
Her karışı, arka planda kendini göstermeye çalışan ergen zeytin ağacını perdeleyecek kadar ot bürümüş hâldeydi işe giriştiğimde. Hepsini tutam tutam yoldum. Dinlene dinlene ama kararlı, yılmadan, şikâyet etmeden.
Eşim zeytine "Güzelim" ismini koymuştu ve ilk hedef, onu o esaretten kurtarmaktı. Önce ona ulaşacak ve etrafını açıp nefes aldıracak şekilde giriştik yabani otları temizlemeye. Başarınca, fidanı güzelce suladık. Zeytin ağacı dibinden değil, tepesinden yağmurlama usulü sulanırmış efendim. Instagram'da faydalı bilgiler peşinde koşan heveskâr şehirli sağduyusuyla, doğru muydu yanlış mıydı kim bilir, böyle bir şey öğrenmiştik.
*
Bahçenin asıl büyük parçası da farklı bir durumda değildi. Girişin hemen solundaki, bakımsızlıktan güdük kalmış bir zeytini arsız otları ayıklarken fark ettik mesela.
Adam boyu değilse de 10 yaşındaki oğlumun boyunda, adını / türünü bilmediğim bitkiler, kafa tutan, boksör kesimli dikenler, gözümü korkutmuştu. Bir apartman çocuğu olarak aklımda beliren ilk fikir, şüphesiz, köyden bir bahçıvan bulup bahçeyi tımar ettirmeye niyetlenmek oldu.
Kısa sürede anlaşıldı ki köy yeri, çok şeyi, şehirde ustasına bir telefon ederek -ve her seferinde pahalı bularak- hallettirdiğin bir sürü şeyi kendin yapmayı öğreneceğin yerdir. "Ne halt edeceğimizi bilmesek de / O köy bizim köyümüzdür."
Öğrenme süreci, sürprizleri hınzırca saklıyordu.
Bahçeye baktıkça "Yahu, bunlar nasıl temizlenir, nasıl biter..." dedirten uzun ve kalınca saplı otlar, en kolay, yormadan sökülüp atılanlar oldu.
Çocukluk (yani masumiyet) günlerimizin doğal oyuncağı, herkesin sevgilisi pisipisiler ise en inatçı olanlar, en çok bezdirenlerdi. O utangaç ama şakacı boyunlarının bir tutam kökü, buzdağlarını çağrıştıran bir toprak öbeğini kavrayarak geliyordu yorulmuş ellere.
Yıllardır bir karış arsa hayali kuran şehirli de saçakların rehin aldığı o toprağı bile kıskanır, silkeleyip yerine iade edermiş meğer...
Meğer avuçlar istenmeyen sürgünleri tutam tutam sökerken, saklandıkları kuytular gün yüzü gören örümcekler, kara böcekler, saldırmak için fırsat kollayan düşmanlar değil, yabancının -yani insanın- şerrinden kaçışan yerlilermiş.
Hele dikenler...
Üstünüze yürüyormuş gibi görünen heybetli dikenler için ihtiyacınız olan şey, sabırlı olmakmış.
Köke yakın yapraklardan elinizi / kolunuzu dalayacak olanlardan başlamalı, onları acelesiz, birer birer koparmalıymışsınız.
İtinayla hareket etseniz ve plastik eldiven taksanız dahi batmayı başaran sivri uçlara karşı metanetinizi korumalıymışsınız.
Kökün etrafını iki elinizle rahatça kavrayabileceğiniz kadar temizledikten sonra, üst yaprakların yüzünüzü-gözünüzü çizmemesi için, bitkiyi biraz öte tarafa yatırmalıymışsınız.
Bu sırada şu silahlı bitkinin gövde dokusunun marulun orta damarına ne kadar benzediğini görüp hayret etmeliymişsiniz.
Sonra da, belinize yük bindirerek değil, iki elinizle küçük daireler çizip çeke çeke sökmeliymişsiniz.
*
Size bir şey söyleyeyim: Üç gün elceğizlerimle yolma emeğimin ardından,
artık dikenleri seviyorum.
Onları tanıdım. Çekinmemin, kaçınmamın, haz etmememin sebebi, büyük ölçüde,
bu özgün bitkiye dair tek boyutlu ezberimmiş.
*
Başka milletten olana,
mezhebi farklı olana yahut inanç taşımayana,
yaratılışındaki cinselliği çoğunluktan farklı yönelene,
dünya görüşü kendimizinkinden farklı şekillenene,
ezeli rakibin taraftarına,
komşu köyün, komşu şehrin nedense husumet duyduğumuz insanına,
uzaktan bakıp hiç tanımadığımız diken muamelesi yapıyoruzdur belki de…