Boşanma süreci yaşamışlar bilir: Maçın son dakikalarına hayret ettiren bir "Bu da kim böyle..." yabancılaşmasıyla girilir. Ötesi de uzatma anlarıdır zaten. Hakem değil de hâkim son düdüğü çalar.
*
Anneannemin evi Cici Park'ın az aşağısında, babaanneminki ise Selvilitepe'deydi. İlk okulum da Değirmendağı'nın yamacında. Bunlar Kadifekale’nin kucağındaki kıvrım kıvrım ve güdük yollara serpiştirilmiş olsalar da aslında düz bir hat üzerinde.
Hemşehrilerimin hatırı sayılır bir kısmının -hele belli bir yaşın altındakilerin ezici çoğunluğunun- nerelerden bahsettiğimi bilmiyor olmaları bana acı veriyor. Kendimi yalnız hissediyorum.
Neticede şehrin tarihî mahallelerinden bahsediyoruz. Ta İzmir Agorası'ndan bu yana meskûn mahal olan semtlerden.
Bu muhitlere, yıllar ve yıllar sonra, daha sık gider oldum.
Şehir merkezinde işim olduğu zaman aracımı Namazgâh ara sokaklarına park ediyorum özellikle. Gözlerim, zihnimin aşinalık açlığını bir o kapıya, bir bu cumbaya takılarak doldurmaya çalışıyor.
70 küsur yaşındaki babamın ilkokulunun önünden geçiyorum, 70 yıl öncesine göre öğrenci profili epey değişmiş olan. Kapısında son zili bekleyen, dilimizi konuşamayan anneler görüyorum.
Büyükşehir'in restore ederek mezbelelik hâlden kurtardığı, dergâhını müzeleştirdiği, haziresinde şehrin bir dönemki seçkinlerinin yattığı Emir Sultan’a giriyorum. Boynum bükülüyor: Yöneten el değişmiş, sergiden eser kalmamış, girip çıkanlar şöyle bir süzülürse anlaşılıyor ki birileri orada yuvalanmış.
Şehrin en estetik, en âşık olunası yapısı olduğunu düşündüğüm Salepçioğlu Camisi'nin tırabzanına bağlanmış reklam brandasının altından yürüyorum.
Arap Fırını'ndan alıyorum öğle yemeğimi: İki kumru. Fırın çok eski, bir dönem civarına adını vermiş; fakat, hayatımda bir ilk olmak üzere, tezgâhtar tutup kapya biber tıkıştırıyor kumrumun üzerine, acı pulları her seferinde pişman ettiren fakat vazgeçilmez yeşil biber yerine.
1.Beyler'de avukatlık yapan arkadaşıma uğruyorum. Asansöre binerken "Çeyrek asır önce de şu aynı kabine biniyordum..." diye içimden geçiriyorum, geçmişime bir çengel atabilmek için asansörlerden falan medet umarak. Ne öğreniyorum: Boşaltacaklarmış büroyu, taşınıyorlarmış.
Aracıma doğru dönüşe geçiyorum. Kurşunlu Camisi'nin aşağısındaki ezme, kâğıt helva falan imal eden fırın çoktan kapanmış. Yanındaki dükkân yalancıktan devralmış işleri, onun müşterisi oluyorum kendimi kandırarak.
Pes etmek yok: Arabaya atladığım gibi Mumcu Kahvesi'ne. Çocukluğumdaki kahverengi cam şişesiyle Aroma marka vişne suyu bulunca keyfim şöyle bir silkinip kendine geliyor. Tadı eskisi gibiymiş gibi yapabilirim. Ah, bir de patron Beşir Ağa rahmetli olmamış olsaydı iki-üç sene önce... Ah, şu mahallenin yarım asırlık çocuğu olarak aydan gelmişim gibi bakılmasaydı, kapıdan girerken yüzüme...
*
Bu muhitlere daha sık gider oldum. Buralar, fiziken, kucağında büyüdüğüm İzmir'e epey benziyor hâlâ. Gökdelenlerinden, rantsal dönüşümünden, izansız pahalılığından, uğursuz kalabalığından, "Bu da kim böyle..." dedirten milenyum İzmir'inden kaçıp, eski aşkım eskinin İzmir'inin kollarında kendimi arıyorum.
Gördüğünüz gibi, her seferinde bir renk tonunu daha solmuş buluyorum, en yavaş değişen kuytuların bile.
Bir yerinde,
“Her geçen gün bir parça daha
Aldı götürdü bizden
Aynı kalmıyordu hiçbir şey
Değişiyordu her şey
Kendiliğinden”
dizeleriyle sızlanılan, Murathan Mungan’a ait, Yeni Türkü’nün bestelediği şiir nasıl bitiyordu:
"Kimdi giden, kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terk eden
Giden de bu yüzden gitmiştir zaten"
Kalan, öyle ya da böyle baki kalan, bizim bildiğimizden arta kalan İzmir, adım adım terk ediyor gibi bizcileyin eski âşıklarını. Uzatmaları oynuyoruz sanki.
Gitmeye yüreğimiz yetecek mi?