Karl Marx, toplumu inşaat metaforuyla tarif eder gibidir: Bir temel vardır, ona “altyapı” der. Tarihin herhangi bir döneminde bir toplumun altyapısını “üretim ve mülkiyet ilişkileri” oluşturur: Derebeyi ile serf arasındaki (yahut toprak ağasıyla maraba arasındaki) ilişki, atölye sahibiyle işçi arasındaki ilişki, Laz müteahhitle Kürt amele arasındaki ilişki, toplumun altyapısını teşkil eder ve herkesin içinde yaşadığı düzenin karakterini, niteliğini belirlemede esastır.
Tek başına her şeyi açıklamak için yeterli değildir, öte yandan. Bu temelin üzerine katlar çıkılmıştır, bunlara da “üstyapı” der. Kültür gibi, din gibi, siyaset arenası gibi katların tümü, bu temele basan üstyapı öğeleri olur.
Altyapı-üstyapı arasındaki etkileşim tek yönlü değildir: “Bu katlar bu temel üzerinde yükselir.” deyip bırakılmaz. Binanın ağırlığı, zemine su sızdırması falan hesaba katılır. “Diyalektik”, “karşılıklı dönüştürme” süregider.
*
Birkaç hafta önce Basmane’de yürürken “Kore Gazileri Derneği”nin tabelasını gördüm, şaşırdım: Hepsine baştan uzun ömürler dileyerek, Menderes iktidarının, NATO’ya alınma ücretini ana kuzusu delikanlılarımızın canıyla ödediği Kore Savaşı’na katılmış askerlerimizden kaçı kalmıştır hayatta, bilemiyorum. Sağda-solda tek tük “Korelinin Yeri” tabelalarına rastlamanın hâlen mümkün olması, büyük oranda, bir nostalji –daha doğrusu miras- işareti olmalı.
O günlerin üzerinden -“uzun seneler” demek dahi yetmez- bir tarih geçti. Ne Soğuk Savaş ne Che ne de Yugoslavya kaldı (Tito artıklarının ise varlığını sürdürdüğünü duydum).
İki buçuk bloğa ayrılmış dünya düzeni çoktan yitti, yerini bugünkü apokaliptik lağım aldı.
Kolektif hafızamızda o savaştan mütevellit küçük kardeşimiz olarak yer etmiş, ekonomik büyüklük olarak 1990’lara iki adım önünde girdiğimiz Güney Kore,
2000’lerin başında bir adım önümüze geçti,
2010’larla birlikte de “en büyük ekonomiler” sıralamasında ilk 10’u zorlamaya başladı.
Biz ise neredeyse kırk yıldır bir adım ileri, iki adım geri gittiğimiz, hemen hep aynı basamakları çıkıp indiğimiz ilk 20 listesinden 2020’lerle birlikte artık düşmüş durumdayız.
*
Sosyal medya uygulamaları sayesinde tanıştığım “K-Pop” (Kore kaynaklı pop) müziği çağrıştırdı bana bunları. Son aylarda melodik müzikleri ve göz alan koreografileri ile bir K-Pop tüketicisi oldum.
“Tüketici” sözcüğünü özellikle kullanıyorum, zamane müziğinin başat özelliği bununla ilintili geliyor bana: Servis hızı. Evet, çocukluğu 80’lere, gençliği 90’lara denk gelmiş bir birey olarak, Anglosakson müziğinin terk ettiğini hissettiğim “ezgi” lezzetini Doğu’da bulabildiğimi görüyorum. Şaşılacak kadar Batı normlarında, kıvrak ve çapkın nota dizileri avlıyor dinleyeni. Fiziksel estetik işkolunda ekol konumuna yükselmiş Kore makyajıyla sahneye sürülen genç kadın ve adamlar, dinlettirdikleri kadar izletiyorlar da.
Tüm bu eğlence, bu görsel-işitsel üretimin, sosyal medya çağının “(çok) hızlı tüketim” kültürü için hazırlandığını sezmenizi engelleyemiyor. Çok beğendiğiniz, eskiden olsa haftalar boyu liste başı kalmasını bekleyeceğiniz bir şarkının popülerlik süresi, dansının “challenge” furyasının parmakla ekranı kaydırma mantığı ve hızıyla geçivereceği kadar.
Bir endüstri karşısında bulunduğunuzu ve bu çarkın, mesela Freddie Mercury’nin içsel süreçlerine bulanmış sanatıyla bir benzerliğinin bulunmadığını, tümüyle “sizi bir cep telefonu ekranında daha ve daha fazla süre tutma” odaklı olduğunu anlıyorsunuz.
Eh… 2022 yılında hâlâ –ve salt siyasi ereklerle- “yerli araba” üretmeye çalışan bir ülkeden değil, Hyundai ve Kia’yı çoktan dünya piyasasına sürmüş bir ülkeden bahsediyoruz. Salonumda izlediğim LG televizyonu, parmak ucumu üzerinden alamadığım Samsung telefonumu, yazın altında serinlediğim Samsung klimamı üreten ülkeden bahsediyoruz. Millî geliri beton ve asfalta gömüp ilk 20’den düşmek yerine dünya markaları yaratıp ilk 10’u hedefleyen bir ülkeden bahsediyoruz.
Bana cep telefonumu telefonu satarken, onunla geçireceğim vaktin içeriğini de empoze edebilen bir başarı öyküsünden bahsediyoruz.
Geri kalmış tarım toplumu altyapısını yüksek teknoloji ve hizmet altyapısına dönüştürürken, feodal üstyapısını da kültür ihracatçısı konumuna yükselten, eskinin ”küçük kardeş”i, bugünün global oyuncusu Güney Kore’den bahsediyoruz.
Biz ise tümüyle mi başarısızız ülke olarak? Elbette hayır. Ağır ve gergin notalar ve her ağız açıştan önce uzun eslerle saatler sürmesi sağlanan, iki dakikasına tahammül edemeyip hiçbirini seyretmediğim dizilerimizi Balkanlar’a, Arap âlemine ve Güney Amerika’ya seyrettirebiliyoruz.
*
O Koreli gençleri şeytanın birer piyonu gibi göstermeye kalktığımı düşünmüyorsunuz, değil mi? Çok uzun ses ve dans hatta oyunculuk eğitimlerinden geçtikleri biliniyor ve görülüyor. 1950’ler Amerika’sının, “swing” çağının hem şarkı söyleyen hem dans eden hem rol yapan Frank Sinatra’larını, Dean Martin’lerini, Gene Kelly’lerini anımsatıyorlar bana. İlgiyle takip ediyor ve keyif alıyorum.
Hele son birkaç gündür Korece bir şarkı, saplantımız gibi oldu evin içinde. Bir odamızdan, balkonumuzdan sesinin gelmediği saatimiz geçmiyor.
Diyor ki nakaratında:
“Tek bir bulutun olmadığı güzel bir gün /
Bir çiçeğin kokusundan başka hiçbir şey kalmadı”
“Pembesi gitmiş / Tozu kalmış”, sizin anlayacağınız.