13 Kasım 1918, İstanbul’un işgali, ve aynı gün Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a gelir. Evde bulunan annesi Zübeyde Hanım ile kardeşi Makbule Hanım, endişe içinde yaşadıklarını kavrayamıyorlardı. Zübeyde Hanım, çoğunu önceden tanıdığı komutanların geliş nedenlerini soramıyordu. Zaten oğlu da bu ziyaretlerden birşey anlatmıyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın, İstanbul’daki günleri, Şişli’deki evinde kendi kozası içinde, geleceğin kadrosuyla, geleceğin Türkiyesi’ni üretmek için çalışmıştır. Onun birinci önceliği, vatanın düşman işgalinden kurtarılmasıydı. Bu dönemde Şişli’deki evinde birçok silah arkadaşını konuk etmiştir, ama yedi tanesi, onun için son derece önemlidir.
Bu yedi kişi, bağımsızlık savaşı ve sonrasının kadrosudur. İşte bu görevlerin en önemli cephe olan Batı Cephesi komutanlık yapanlar; Ali Fuat (Cebesoy) ve İsmet (İnönü). Doğu’da dirlik düzeni ve kazandığı savaşlarla yeni sınırları sağlayan Doğu Cephesi komutanlığı yapan; Kazım Karabekir, Güney Cephesi komutanlığı yapan; Refet Bele. Ulusal savaş sırasında ve sonrasında Genelkurmay başkanlığını 23 yıl sürdüren; Fevzi (Çakmak)’tır. Savaş sırasında ve savaştan sonra başbakanlık yapanlar; Rauf (Orbay), Fethi (Okyar) ve İsmet (İnönü) Beydir.
Mustafa Kemal Paşa’ya, 9. Ordu Müfettişliği Görevine Önerilir
O, İsmet Paşa ile evinde yaptığı özel görüşmesinde:
“Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım” dedim. İsmet Bey haritayı bulup açtı ve: “Ne yapacaksın?” Diye sordu. Ben, can dostum İsmet Bey’e:
“Mesela”, dedim, “hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” İsmet Paşa, şaşırır ve:
“Yollar çok, mıntıkalar çok!” Dedi. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, Anadolu’ya geçiş için çabalarken, 29 Nisan 1919 günü, Deniz ve Savaş Bakanı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı, bakanlığa davet ederek, ona ummadığı bir görev teklif eder:
“Türklerin Rumlara yaptığı baskıyı yerinde incelemek ve önlemek üzere Karadeniz bölgesine olağanüstü yetkilerle müfettiş olarak görevlendirildiğini” bildirir.
Bu atama, Mustafa Kemal Paşa için, bulunmaz fırsat olmuştur. 30 Nisan 1919 günü, Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişliğine atanmasının Padişah Vahdettin tarafından onaylanması hakkında, Harbiye Bakanı’nın, Sadaret’e yazısında:
“Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılacak bildiri, emri altında bulunacak olan valilik memurlarının yerine getirmelerinin genelge ile duyurulması uygun bulunmuştur” denilmiştir.
İSTANBUL, İŞGAL ALTINDA
1 Mayıs 1919 günü, Savaş Bakanı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişliğine atanma işlemlerinin tamamlanmasından sonra, önce kendi makamına davet eder ve aynı gün Babıâli’de Sadrazam Damat Ferit Paşa ile şöyle tanıştırır:
“Efendimiz, yeni vazife ile Anadolu’ya giden Mustafa Kemal Bey’i zat-ı devletinize takdim ederim.”
5 Mayıs 1919 günü, Harbiye Bakanı, Mustafa Kemal Paşa’ya resmen atandığı hakkında, Genelkurmay Başkanlığına yazı yazılmıştır. 6 Mayıs 1919 günü ise, Savaş Bakanı tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya müfettişlik vazifesiyle ilgili yetkilerini belirten talimatın verilerek, acele hareket etmesi istenmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Mayıs’ın 14’üncü günü, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın Nişantaşı’ndaki evindeki akşam yemeğine davet edilir. O, bu buluşmayı şöyle anlatır:
Cevat Paşa’ya ve bana bakarak:
“Pekala, siz bana harita üzerinde nerelere kadar kumanda edeceksiniz, gösterir misiniz?" Şüphe düştüğü noktayı hemen anlamıştım:
“Efendim henüz ben de pek iyi bilmiyorum, belki, takriben, Kipert’in küçük haritasına elimi koyarak, ihtimal şu kadar ufak bir parça” diye bazı vilayetleri gösterdim ve manalı bir tarzda Cevat Paşa’nın yüzüne baktım. Ben haritadan elimi kaldırırken, o da ilave etti:
“Efendim, dedi, Paşa tabii o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecek. Zaten nerede kuvvet kaldı ki...” Sözünü tamamlarken, vaziyetin hiç de önemi olmadığını anlatmak istermiş gibi, masadan uzaklaşır gibi oldu. İçimden Cevat Paşa’ya teşekkür ediyordum. Her birimiz birer koltuğa çekildik ve kahvelerimizi içmeye başladık.”
Sadrazamın konağından çıktıktan sonra, Cevat Paşa ile kolkola, karanlıkta, Nişantaşı caddesinden Teşvikiye’ye doğru sık adımlarla ilerliyorduk. Cevat Paşa samimi bir lisanla bana sordu:
“Bir şey mi yapacaksın Kemal?”
“Evet, bir şey yapacağım.”
“Allah başarılı kılsın.”
“Mutlak başarılı olacağız.” Dedi.
İZMIR’İN İŞGALİ, SARAY TARAFINDAN ÖĞRENİLİR
Falih Rıfkı Atay’ın, Çankaya adlı eserinde işgal gecesi Harbiye Nezaretinde nöbet tutan iletişim memurunun anlatışı üzerine bu makale hazırlanmıştır:
“Gece yarısından sonra telgraf makinesinin tıkırtısı ile uyandım. Durmaksızın 'acele' işaretiyle Savaş Bakanlığını arayan makinenin başına geçtim:
“Neresi orası?” Diye sordum. “İzmir” cevabı geldi. Ne istediklerini sorunca, Kolordu Askerlik Dairesi Reisi Süleyman Fethi Bey’in Savaş Bakanı Paşa ile makine başında hemen konuşmak istediği cevabını verdiler. Çok geçmeden önde Savaş Bakanı Mareşal Şakir Paşa, arkasında büyük Fevzi Paşa (Çakmak) ve küçük Fevzi Paşa (Ahmet Fevzi) içeri girdiler. Bakanlar, yanımdaki iskemleye oturdular. İzmir’i buldum. Savaş Bakanı, kollarını telgraf masasının üstüne dayamış, ben verilen haberleri yazdıkça, okuyordu. İzmir haberi şöyleydi:
“Paşam, İzmir limanına girip demirleyen İtilaf donanması amirali Galtrop, Antlaşmanın 7'nci maddesine göre İzmir istihkamlarının teslimini istedi. İstihkamları biz verir vermez Yunanlılar İzmir’i işgal edecekler. Halk ayağa kalkmıştır. İzin verirseniz, biz bu isteği reddederek elimizdeki kuvvetlerle İzmir’i savunacağız. Kuvvetimiz de buna elverişlidir. Ferman sizindir.”
Şakir Paşa bu notu okur okumaz ayağa kalktı ve: “Haydi evlatlar, Allah başarı versin, Tanrı yardımcınız olsun” dedi”
İzmir’in İşgali İçin yapılan Protestolar
İzmir etrafında telgrafhanelere koşuşan halk, aç susuz, İstanbul’dan, Saray ve Bab-ı Ali’den haber beklemektedir. 19 Mayıs’ta ise Damat Ferit hükümeti büsbütün Hürriyet ve İtilafçı bir karakter almıştır. Yeni Savaş Bakanı Şevket Turgut Paşa politika ile uğraşmayan sade ve alçak gönüllü bir askerdi. 20 Mayıs tarihli bir Türk gazetesinde çıkan şu satırlara bakınız:
“İzmir'i kaybettik. Halkı avutmaya gerek yok. Yarın İstanbul’u da kaybedince yine bağırıp çağıracak mıyız? Buna ne hakkımız var?”
23 Mayıs’ta halk, kapkara Türk bayraklarıyla, kadınları, çoluk çocuklarıyla Sultanahmet Meydanına doğru aktı. Kürsü üzerindeki siyah çarşaflı kadın hayaletleri ve siyah bayrak, o günlerin iki sembolü olarak kalmıştır. Bir yaver, Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’nın kendilerini sükunetle dağılmaya davet ettiğini söyledi. Kıpkırmızı ateş suya düştü ve kömür rengi bağladı.
15 Mayıs günü İzmir’in işgali üzerine Anadolu’nun il ve ilçelerinden Saray ve Yabancı Yüksek Komiser’liğe ‘tel’in telgrafı yağmıştır. Sultanahmet Meydanı başta olmak üzere, onlarca kadın liderlerin konuştuğu mitingler yapılmıştır. Anadolu’da başta Kastamonu ve Sivas’ta yine kadın ağırlıklı; “İzmir İşgal edilemez” mitingleri gerçekleşir.
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN, SAMSUN’A GİDİŞ ÖNCESİ ÇALIŞMASI
“Başka ziyaretlerde de bulunmak gerekiyordu. Savaş Bakanı, Sadrazamı, İçişleri Bakanını aradım. Hiçbiri yerinde yoktu. Toplantı halinde imişler. En kestirmesi Babıali’ye gidip kendilerine haber vermekti. Beni Başbakanlık bekleme salonuna aldılar. Benim geldiğimi duyan bazı bakanların da heyecanlı heyecanlı salona geldiklerini görerek, biraz şaşırdım. Mehmet Ali Bey beni meraktan kurtardı:
“Allah Allah ne küstahlık... İşittiniz mi efendim, Yunanlılar İzmir’e çıkıyor.”
Bu sözleri Denizcilik Bakanı doğruladı:
“Ya, bu da mı oldu?”
“Evet...” Ben memleketin başına neler geleceğini tahmin etmemiş değildim, fakat kimseye anlatamamıştım. Bakanın telaşı karşısında ağlamak mı, gülmek mi lazımdı? Kendimi tutuyordum. Fakat bu oldubitti karşısında ben:
“Allah Allah…” Demekten başka bir şey düşünemiyen bu bakanlara kimsesizmiş gibi bakıyordum. Ölçülü olmaya çalışıyordum:
“Yunanlıların İzmir’den geri çekileceklerine veya İngilizlerin onları geri çekeceklerine ihtimal veriyor musunuz?” Yüzüme baktılar:
“Fakat başka ne yapabiliriz? Belki de daha kat’i tedbirler düşünülebilir.” Avni Paşa’nın elini tuttum:
“Bizi Anadolu'ya götürecek vapur hazırdır, değil mi?”
“Çoktan hazırlatmıştım, Bandırma vapuru emrinizdedir.”
“Doğrudan doğruya vapur kaptanına emir verebilir miyim?”
“Hay hay.” Dedi. Yaverime seslendim, Paşa Hazretlerinin bir emirleri var, not ediniz. Yaverim kurşun kalemi ile Bandırma kaptanına bir emir yazdı, imza edilmek üzere Paşa’ya uzattı. Damat Ferit kabinesini bu perişanlık içinde bırakarak Padişahı ziyaret etmek üzere Babıali’den ayrıldım.
PADİŞAH VAHDETTİN İLE SON GÖRÜŞME
Falih Rıfkı Atay, o günleri Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından Padişah Vahidettin’e vedayı şöyle anlatır:
“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu idi; birbirine paralel hat üzerinde düşman zırhlıları.
Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş. Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek yeterli idi. Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
“Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir.” Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ekledi:
“Tarihe geçmiştir.” O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükünla dinliyordum:
“Bunları unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önmli olabilir:
“Paşa devleti kurtarabilirsin.” Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki yabancı hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile iletişim arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Sonra, sanki Yıldız Sarayı’ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir düşünce içinde, ayaklarımızın patırdısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık.”
Mustafa Kemal Paşa, Şişli’deki evi bırakmak üzeredir. Kız kardeşi Makbule Atadan, Samsun’a hareket etmeden evvel Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’la vedalaşmasını şöyle anlatıyor:
“Evin üst katında, sokağa bakan şahnişli odadaki annemin karyolasının karşısına ufak bir sofra kurdurdum. Ona rahatça oturacağı gibi yerde minder hazırlattım. Önüne koyduğumuz ve bugün benim hâlâ sakladığım gümüş tepside patates püreli rosto, ıspanaklı yumurtadan ibaret bir yemek vardı. Annemin elini öptü, benim hatırımı sordu ve mindere bağdaş kurup oturdu. Yemeğe isteksiz olduğu halinden belli idi. Zorla çiğnediği lokmaların arkasını kesti, elinden çatalını bıraktı.
Gözleri alev gibi yanıyor, çok heyecanlı olduğu halinden belli oluyordu. Birdenbire söze başladı:
“Anne, ben yarın Anadolu’ya gidiyorum. Buraların hali belli değil. Selanik nasıl elden gittiyse buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helal et… Sen de bunları iyi dinle Makbuş, işler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf edersiniz, paranız biterse, halılarınızı, kıymetli eşyanızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Başaramazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum.”
Bandırma vapuru, Galata rıhtımında hazır, bildiğimiz bu. Karargahımızdan olanlar belirli saatte rıhtımda toplanmış olacaklardı. Otomobil kapımın önünde idi. Evdeki vedaları bitirmiştim. Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir dostum, aldığı bir habere göre benim ya hareketime izin verilmeyeceğini, yahut vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata rıhtımına geldim.
BANDIRMA VAPURU, YOLA ÇIKAR
Baktım ki rıhtıma yanaşmış olacağını sandığım vapur, uzaklardadır. Sandallarla vapura gittik. Kaptana yola çıkmak için emir verdimse de Kızkulesi açıklarında kontrola uğradık. Birkaç yabancı subay ve askeri bizi arayıp kontrol edeceklerdi. Muayene uzayıp gitti.
Bundan istifade edebilmek için kaptana hareket hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim. Yirmi yedi yıllık ihtiyar kaptan demir aldırmaya başladı. Ben kaptan köşkündeydim. Subay ve askerler dışarı çıktılar. Hareket ettik. Karadeniz boğazından çıkarken, kaptana tehlikeli bu durumları anlattım. Cevap verdi:
“Ne aksi, dedi, bu denizi pek iyi tanımam, pusulamız da biraz bozuk.” Bunun üzerine:
“Mümkün olduğu kadar kıyıdan takibetmesini uyardım. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu'nun bir kara parçasına ayak basmaktan ibaretti. Sahili takip ede ede evvela Sinop’a geldik. Kasabaya çıktım. Oradakilerle görüşerek, Samsun’a kolaylıkla gidilebilecek yol olup olmadığını soruşturdum. Ne yazık ki yokmuş.”
İstanbul’u terk ederken, güvertede Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına şunları söylemiştir:
“Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz.”
ANAFARTALAR KAHRAMANI SAMSUN’DA
Bandırma vapuru, sabah saat 06.00 sıralarında Samsun limanına girmiş, sandallar aracılığıyla arkadaşlarıyla beraber karaya çıkan Mustafa Kemal Paşa, askerî bando eşliğinde halk tarafından sevgi ile karşılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan, emrindeki vilâyetler mülkî âmirleri ile Kolordu Komutanlıklarına bölgelerindeki asayiş durumunu belirten bir rapor göndermeleri hakkında şu telgrafı çeker:
“19 Mayıs 1919 Pazar¬tesi sabahı Samsun’a çıktım.” İşte, kurtuluş tarihimiz, Mustafa Kemal Paşa’nın bu cümlesiyle başlar.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde, O’nun Samsun’a çıkışı konusunda şu tesbitleri yapar:
“Mustafa Kemal, 22 Mayıs’ta Samsun’daki İngilizlerle konuştuktan sonra İstanbul’a bir rapor gönderir.
Bu raporda Samsun ve çevresi Rumları hırslarından vazgeçmedikçe yatışma olamayacağını, Türklüğün yabancı mandasına katlanamayacağını, milli hareketlere hak vermek gerektiğini bildirir. Oysa görevi başkaldıran Türkleri ezmek ve susturmaktı. Samsun’a gelince İngilizler kuvvetlerini artırmışlar ve bir kısmını içeriye yollamışlardı. Bu hal hem antlaşmaya aykırı idi, hem de kendini güç duruma sokuyordu.
Haziranın ilk haftasında Savaş Bakanı önemli konuları görüşmek üzere İstanbul’a gelmesini yazdı.
“Bu sefer de İstanbul’daki işgal kuvvetleri tedirgindir. İşgal kumandanlığı daha ilk günden Mustafa Kemal’i yadırgamıştır. Ondan şüphelenmiştir. Daha ilk günlerden, onun geri çağırılınası için Harbiye Nezareti’ni sıkıştırmaya başlamıştır.
9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, daha Samsun’dayken İstanbul’a arka çevirir. Telgraflarında şu cümle dikkati çekicidir:
“Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifemizi, yakından, beraber çalışarak en iyi başarmak mümkün olacağı kanaaliyle bu vazifeyi kabul ettim.”
Bu cümle, İstanbul’da Şişli’deki evde konuşulanların bir devamı gibidir. Gerçi orada tam, belirli kararlara, planlara varılmamıştır. Ama ondan istenen, Anadolu’ya gelmesi değil miydi? İşte artık Anadolu’dadır.